Haber

Haysizada’dan bugüne: Hayvanlara şiddet cehennemin kapılarını aralıyor

Konya’da bir hayvan barınağında barınak çalışanları tarafından bir köpeğin öldürülmesinin ardından Türkiye’de hayvanlara yönelik şiddet konusu yeniden gündeme geldi.

Aslında sokak hayvanları uzun süredir Türkiye’nin gündeminin ilk sıralarında yer alıyor. Son olarak Bitlis’te bir çocuğun kuduz nedeniyle ölmesi, köpeklerin geri çağrılmasına kadar güncel tartışmaların yaşanmasına neden oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu davetlere “Çalışıyoruz, gerekli talimatı verdik” diyerek karşılık verdi.

Erdoğan’ın ‘soruna çözüm’ olarak sunduğu ve örnek gösterdiği Konya’daki barınakta köpeklerin öldürüldüğü ve kötü muameleye maruz kaldığının ortaya çıkarılması, toplumda hayvanlara yönelik hassasiyeti de gözler önüne serdi.

Aslında bu şaşırtıcı değil. Bu toprakların sokak hayvanları ile olan bağı göründüğünden daha derin ve köklü bir geçmişe sahiptir. Osmanlı Dönemi’nde İstanbul’u ziyaret eden seyyahların, diplomatların, yazarların ve çizerlerin anlatılarında sokak hayvanlarına mutlaka yer verilir. İstanbul adeta sokak hayvanları ile anılır. Bu durum Amerikalı yazar Mark Twain’in 1869’da yayınlanan ‘Yurt Dışındaki Masumlar’ adlı kitabında kendine yer bulur. hayatımdaki kalpli yaratıklar”. Twain, sözlerine köpeklere saygıyla davrananların olduğu kadar onlara kötü davrananların da olduğunu ekliyor. Padişahların köpekleri sokaktan toplama girişimlerine halkın tepkisini de dile getiren Twain, sokağa dönen hayvanlar için “Köpekler şehrin huzur içinde mülkiyetinde kalsın” diyor.

Twain’in kitabının yayınlanmasından 41 yıl sonra İstanbul’da köpekler toplanarak Haysızada’da ölü bırakıldı. Sokak hayvanlarına yönelik şiddetin arttığı ve geri çağırma çağrılarının yetkili ağızlardan karşılandığı bu günlerde, hayvanlarla kurduğumuz bağı hatırlamanın, onların varlığını ‘hak’ temelinde düşünmenin ve onlara kulak vermenin zamanıdır. farklı deneyimler…

‘ASLINDA BİR RAPOR UYGULAMASIDIR’

Haber serisinin ilkinde Dr. Mine Yıldırım ile hayvanlara yönelik şiddetin toplumsal karşılığını, tarihsel arka planını ve farklı şiddet uygulamalarının habercisi olup olmadığını konuştuk. Dr. Yıldırım, doktora tezini İstanbul’un köpekleri üzerine yazan ve insan-hayvan ilişkisini sorunlu hale getiren bir akademisyen.

Halen Kadir Has Üniversitesi Çekirdek Program, Konuk Öğretim Üyesi Dr. Yıldırım’ın doktora tezinin başlığı “Bakım ve şiddet arasında: İstanbul’un Sokak Köpekleri.” Bitlis’te kuduz teşhisi konulan bir çocuğun ölüm haberinin, Konya’da bir barınakta köpeğin öldürülmesinin, sokaktan köpekleri geri çağırma çağrılarının gölgesinde kendisiyle konuştuk.

Hayvanlara yönelik şiddetin toplumda ne gibi kırılmalar yaratabileceğini konuştuk. Bunun için 100 yıl geriye gitmemiz gerekiyordu; İstanbul’un en ücra ve küçücük adası olan Sivriada’nın ‘Haysızada’ olarak anılmasına sebep olan o olaya…

Dr. Mine Yıldırım

Nosızada Vakasından Neler Öğrendik, Neler Öğrenmedik?

Haysızada Vakası, 1910’daki büyük köpek toplanmalarına ve 80.000’den fazla köpeğin ölümüne neden olan toplu tehcirlere verilen isimdir. Bu olaydan sonra sürgünde köpeklerin öldüğü Sivriada’ya Haysızada adı verilmiştir. Bu sürgünlerin İstanbul’a ‘hayır’ getirmediği düşünülüyor. Büyük İstanbul depremi ve bu olaydan sonra yaşanan yangınlar toplum tarafından köpeklerin toplu ölümüne bağlanmaktadır.

Sivriada küçük, kayalık bir adadır. 80 bin ile 100 bin arasında köpeği düşünün… Arşiv kayıtlarında, anlatılarda ya da gezginlerin notlarında köpek sürgünlerinden sonra adadan şöyle bahsedilir: Havlayan kaya. Adaya terk edilen köpeklerin çıkardığı seslerin ve birbirini yiyerek ölen köpeklerin kokularının aylarca Bostancı ve Fenerbahçe kıyılarında yankılandığını biliyoruz.

Haysizada Olayı aslında en başından başarısız bir girişimdir. Bire bir zamanda, bu bir sürecin sonudur. Dolayısıyla Haysızada’yı anlamak için konuyu bu noktaya getiren dinamiklere ve siyasi anlayışa bakmak gerekir. Sürgünde yerinden etme ve öldürme politikasını beş yıl sonra gerçekleşecek olan Ermeni tehcirinin habercisi olarak okuyoruz. Aslında bu bir sürgün uygulamasıdır. Elbette bu benzerliklerin çok dikkatli bir şekilde kurulması gerekiyor. Yine de bu şehrin ve Türkiye’nin tarihinde hayvanlara toplu müdahalenin ilk örneklerinden biridir.

Önünde sürgün olayları var. Ancak hem nicelik hem de nitelik olarak ilk büyük proje olması nedeniyle çok değerlidir.

“İSTANBUL BİR AVRUPA ŞEHRİ OLUŞTURMAK İSTEDİ”

Konuyla ilgili okuduğum yazılarda ‘sahipli hayvan’ kavramını göremedim. Sahipli hayvan kavramıyla ne zaman tanışmaya başladık?

O zamanlar İstanbul’da sahipli hayvan sayısı çok azdı. Bu çok değerli bir detay. Çünkü sahibi ve sahibi olmayan hayvanlar arasındaki ayrım çok yeni bir ayrımdır. 1900’lerin başından itibaren üretilen bir ayrım. Haysizada’dan önce köpek İstanbul’un köpeğiydi. Köpek, yaşadığı yerle tanınan bir hayvandır. Köpek, insanlarla evcilleştirilmiş bir hayvan olarak yaşadığı yeri bilen ve sahiplenen bir hayvandır. Kültür tarihimizde köpeklerin yaşadığı ilk yer ev değil sokaktır. Evde hayvan bakımı o dönemde yaygın değildir.

O dönemde asıl amaç sokakta yaşayan köpekleri almaktı. 1909 yılında kurulan İttihat ve Terakki hükümetinin amacı İstanbul’dan Batılı, çağdaş bir şehir imajı yaratmaktır. Bu noktada Louis Pasteur yönetiminde Paris’te Pasteur Enstitüsü’nün kurulmasından ve kuduz aşısı çalışmalarından bahsetmek gerekir. 1855 yılında Louis Pasteur’ün kuduz aşısını geliştirip ilk kez uygulamaya başlaması üzerine Sultan Abdülhamid tarafından İstanbul’dan üç öğrenci Paris’teki Pasteur Enstitüsü’ndeki araştırmalara katılmak üzere bu enstitüye gönderilmiştir. Bu enstitü ile kurulan ilgi sayesinde kuduz aşısı ancak iki yıl sonra, Ocak 1887’de Osmanlı Devleti’ne getirildi ve ilk kuduz aşısı Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane’de (GATA) üretildi. Ve İstanbul’un köpeklerinin aşılama süreci, onları hastalığın taşıyıcısı olarak görme ve tıbbi bir düzenlemeye tabi olma süreci böylece başlamış oldu. İstanbul’daki sokak köpeklerinin kaderini değiştiren bir diğer dinamik ise şehir imajının Avrupalılaşması ve sokakların ‘temiz’ şehir imajına dönüşmesi oldu. Bu aslında Batı’nın kurduğu bir imaj. Birçok Avrupa şehrinde, 1850’lerden 1900’lerin başlarına kadar sistematik operasyonlarda başıboş hayvanlar öldürülüyor. Bunların bir kısmı sistemli operasyonlarla sokaklardan toplanıyor, bir kısmı barınaklara kapatılıyor, bir kısmı bilimsel araştırmalarda test hayvanı olarak kullanılıyor, bir kısmı o dönemde gelişen parfüm, boya ve ilaç sanayinde hammadde olarak kullanılıyor. hatta bazıları 1870’lerdeki Fransız İç Savaşı sırasında kısa bir süre için bile. Eti için öldürülse bile. Geri kalanlar, büyüyen şehir burjuvazisinin yeni bir kültürel pratiği için evcil hayvanlar olarak ev ekonomisine dahil ediliyor. Tüm bu süreçlerin bir sonucu olarak Avrupa şehirleri köpeksiz hale gelmektedir. Avrupa şehirlerinde bir köpek görüyoruz ama sahibi tasmalı. Günümüzde medeni Batı şehirlerinde köpeklerin varlığı veya yokluğu düşünüldüğünde akla gelen en güçlü görüntü budur. O dönemin modernleşme arzusunda hedeflenen bir imaj olarak görülmektedir. İttihat ve Terakki hükümeti de bunu destekliyor. Köpeksizliği gelenekten kopmanın bir işareti olarak görüyor. Çünkü köpek her zaman gelenekle, Osmanlı sosyal sisteminin klasik yapısıyla ilişkilendirilir.

‘GÜCÜN GÖZÜYLE KÖPEKLER ‘DENETİMDEN ÇIKTI’

Kedi varlığı nasıldır?

Kediler de var ama daha az. Kedilere de bakım var ama köpekler sokakta daha çok görülüyor. 1900’lü yıllara geldiğimizde İstanbul’un nüfusu yaklaşık 1 milyondu. Bu arada köpek sayısı da 130 bin. Bugün İstanbul’un nüfusunun 20 milyona yakın, köpek sayısının ise 140 bin olduğu söyleniyor. İnanılmaz köpek görünürlüğüne sahiptir; Mahallede yaşayan, insana yakın büyük canlılar… İnsanlarla birlikte evcilleştirilmiş şehir hayvanları. Kamusal alanda dolaşan canlılar tıpkı zaman gibidir.

Eskiden İstanbul’da her evde mutfak yoktu. Birlikte yemek alanları ve mutfaklar vardır. Köpekler oralarda gezer, pazar alanlarında yer alırlar yani insanların olduğu yerde yaşam alanı kurarlar.

Bunu terk etmeye ve güvenlik unsuru etrafında bir Paris veya Londra yaratmaya çalışır; köpeklerin ‘başıboş’ imajına sahip olmadığı bir şehir arzusu var. Hatta o dönemde sokaktan dilencilerin toplandığı da bilinmektedir. İşsizler memleketlerine gönderiliyor. Aslında Haysızada’ya giden sürecin arka planı bunlardır. Köpekler de o zamanlar “kamusal alanlarda serbestçe dolaşan başıboş, gözetimsiz yaratıklardı”; kısacası iktidar açısından ‘kontrolden çıkmış’ yaratıklar…

O dönemde İstanbul’u ziyaret eden Batılı bireylerin gözünde İstanbul’un pis ve ilkel olarak kodlanması, hayvanların hastalık yayan ve pis olarak nitelendirilmesi. Kente ve hayvana atfedilen bu sıfatlar, İstanbul’u ziyaret eden Batılı seçkinler tarafından üretilmiştir. Bu neden değerli? Sosyal bir nokta değil. Sosyal ilişkiler açısından hayvanlarla kurulan ilişki gelenek ve kültürle iç içedir. Ancak bu kültürü çevreleyen politik dil, hayvanı öyle bir noktaya getirmeye başlar ki, yavaş yavaş gündelik çıkarlar bozulmaya başlar.

‘HİÇBİR HAYATTA DEVLETİN VE HUKUK BÜROSUNUN YÜZÜNÜ KORUDUĞU BİR OLAY OLMADI’

Bahsettiğiniz siyasi dil nasıl bir yolsuzluk yaratıyor?

Köpek ‘problemine’ çözüm olması amacıyla birkaç fikir üretiliyor. Bunlardan biri Avrupa’da gelişen tıp uygulamalarında yapılan deneyler ve gelişen petrol, deri, ilaç, parfüm ve boya endüstrileri için ucuz hammadde olarak hayvanlara duyulan ihtiyaçtır. 1900’lere gelindiğinde, birçok Batı şehri sokaktaki köpeklerin varlığını neredeyse tamamen ortadan kaldırmıştı. Bu nedenle çevre ülkelerde hayvan ihtiyacını karşılamak için gözünü hayvanlara dikmiş bir endüstriyel yönelimden bahsediyoruz. İstanbul’un köpeklerine yönelik ilk girişim, köpekleri Fransa’daki parçalama atölyelerine satmak oldu. Bu fikir duyulunca İstanbul’daki birçok aydın, aydın, yazar, gazeteci ve bazı din adamları buna şiddetle karşı çıktılar. Bazı mahallelerde imamlar ve esnaf bu duruma karşı çıkıyor; Depolarında, dükkanlarında hayvan beslediklerini biliyoruz. Bu nedenle, toplumsal muhalefet nedeniyle bu proje asla gerçekleştirilmedi.

Ancak iktidarın örgütlediği bir toplanma, tecrit ve sürgün dalgası varken bunlar köpekleri savunmaya yetmiyor. Pek çok kaynağa göre cadı avını başlatan olay, Tophane’ye gemiyle gelen bir İngiliz diplomatın bir köpek tarafından ısırılmasıdır. Bununla fitilin ucu tutuştu. Nisan 1910’da toplanma emri bu olay üzerine verildi. Kent genelinde eş zamanlı operasyonlar yapılıyor.

Mahallelerde insanlar karşı çıkıyor. Bu muhalefet sonucunda iş öyle bir noktaya gelir ki kimse hayvan toplama işi yapmak istemez. Kolluk para karşılığında Romanları ve eski hükümlüleri bu işi yapmaya zorluyor. Kısacası ‘kirli işler’ tüm o dışlanan kesimlere yapılıyor, dolayısıyla tepki o kesime yönlendiriliyor. Birkaç ay sonra 80.000 köpek toplanır. Köpeklerin ilk barındığı yer Tophane’deki liman. Bu arada hükümet toplanan bu köpeklerle ne yapacağına karar vermeye çalışıyor. Eş zamanlı olarak bazı hayvanseverler limanda kafeslerde tutulan köpeklerin kafeslerini açmaya çalışırken, kolluk kuvvetleriyle çatışmalar yaşanıyor. Hatta olay, başta hükümet olmak üzere kolluk kuvvetlerinin ortalığı karıştırdığı bir olaya dönüşüyor.

Köpeklerin Haysızada’ya yolculukları bu olayların ışığında gerçekleşir. İlk plan onları adaya götürüp oradaki köpekleri beslemek. Sabah ve akşam bir grup su ve ekmek getirirler ancak kısa bir süre sonra dayanamazlar ve hayvanları ölüme terk ederler. Köpekler korkunç ve acılı bir ölümle baş başa kalıyor. İstanbul Boğazı kıyılarından köpeklerin sesleri ve leşlerinin kokuları aylarca duyulabilir.

Hayvanların tarihi hakkında düşündüğümüz ve yazdığımız için bu olay bizim için paha biçilmezdir. Ancak şehrin yönetimi ve hayvan varlığı düşünüldüğünde farklı bir değeri vardır; Haysizada olayı gelenekten büyük bir kopuşu temsil ediyor. Hem sebep olduğu şiddet hem de bozduğu alaka açısından değerlidir.

Modern tarihin ilk büyük sürgün hareketlerinden biri. Sürgünde öldürme pratiğinin bir ifadesi. Ama aynı zamanda büyük bir fiyasko. Neden? Niye? Sadece iki yıl sonra, sokak köpekleri yeniden ortaya çıkmaya başlıyor. Aslında, şehir hiçbir zaman tamamen köpeksiz değildir. Toplama işlemi sırasında hayatta kalan köpeklerin yavruları, sosyal koruma uygulamasıyla kentte kendilerine yer buluyor. Bir yandan, bu tür bir başarısızlığın var olduğu ve bugün hala köpeklerle yaşadığımız doğrudur.

Öte yandan, köpekler üzerinde öldürme uygulaması bir girişimdir ve bilgi olarak kalmaktadır. Daha sonra öldürme belediyecilik uygulaması olarak yerleşir.

‘İYİ HAYAT VAKA’ BİZİM İÇİN ÇOK HAYVAN OLDU’

Köpekler Cumhuriyet döneminde yine benzer olaylara maruz kalıyor mu?

Sürgün ve tecrit, yerini köpekleri olay yerinde öldürme uygulamasına bırakıyor. Ateşli silahla ateş etme veya zehirleme şeklinde ortaya çıkar. Hayvanın ölümüne tanık olmanın şehrin ortasına döndüğü zamanlar vardır. Haysızada’dan günümüze yaklaşık 110 yıllık bir süreçte hayvan varlığını ele alma biçiminin ve stratejisinin hep değiştiğini görüyoruz.

1990’ların sonunda barınak adı verilen formlar ortaya çıkıyor. Aslında Türkiye’de inşa edildikleri için tecrit yerleridir. Sadece hasta hayvanların değil, sağlıklı hayvanların da tedavi edildiği yerler sağlıksız şartlara mahkum ediliyor.

Hayvanlar, devletlerin tüm müdahalelerine rağmen sokaklarda nasıl var olmayı başardı?

Hayvan popülasyonunu sağlıklı tuttuğunuzda, kontrolsüz büyümeyi engellemiş olursunuz. Hayvanları sağlıklı tutmanın yolu onları kısırlaştırmak, aşılarını yaptırmak ve temel bakımlarını yaptırmaktan geçiyor. Türkiye’de bunlar düzenli bir şekilde yapılmıyor. Bu nedenle, hayvan sayısı birer birer artar ve azalır. Hayvanları koruma politikamız o kadar kabataslak ki, hayvanların hayatlarının değersiz olduğu fikri o kadar baskın ki hayvanlar kendi hallerine bırakılıyor.

Hatta belediyeler için ek bütçe kapısı haline geldi. Bütün belediyeler bunun için ödenek alıyor ya da almalıdır. Hayvanları Koruma Kanunu’nun çıktığı 2004 yılından 2020 yılına kadar belediyeler Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan 1 milyon 775 bin aşı aldı. Bu aşılar Türkiye’deki kedi ve köpek popülasyonu için son derece yetersizdir. Ayrıca 1 milyon 455 bin kısırlaştırma için ödenek alındı. Söz konusu sayı kadar sterilizasyon operasyonlarının yapıldığını düşünsek bile rakamlar çok azdır. Ama asıl para küpe ve cips, mama ve su kabı için. Ancak, daha büyük kaynak barınak üretimine yönlendirildi. Yani vatandaşın parasıyla hayvanların sağlığı için para harcamıyor, barınak sağlıyor ve kısırlaştırmıyoruz.

Bir de güzel yanları var; Hayırsever Ada Olayı ve sonraki olaylardan miras kalan hayvansever bir miras var. Bu hayvanların bu toplumda bir yeri var; Beyninde, kalbinde, şehrin yapısında… Hayvanın mahalle sakini olduğunu, hakkı ve yeri olduğunu bilen, kabul eden, hayvana da yer açan bir gelenek ve kültür var. hayvan. Hayvanlara yönelik büyük saldırılara direnecek kadar güçlü değil, daha çok temel bir dalga biçiminde.

“HAYVANLARA YÖNELİK ŞİDDET ÇOK ŞİDDETLE BAŞKALARINA KARŞI KARŞILANIYOR”

Resmi makamların kullandığı dilin etkisi nedir?

23 Aralık 2021’de Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘sokak’ köpeği olarak nitelendirdiği yerlerin sokak değil, barınak olduğuna dair bir açıklama yaptı. Konuyla ilgili talimatın kendisine neredeyse bir yıl sonra verildiğini söyledi. Hatta bu dönemde resmi bir karar ya da kanun olmamasına rağmen tek yasal mevzuat olan belediyelerin 5199 Sayılı Hayvanlar Kanunu aksini söylemesine rağmen hayvanlara el konulduğunu gördük. Kanunun 6. maddesi, hayvanın alındığı yere iade edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Buna bile kulak asılmadığını, hayvanlara sahip çıkanların hedef alındığını ve bunun sonucunda şiddete maruz bırakılarak öldürüldüğünü gördük.

Sosyal medyada hayvanseverlerin de şiddet gördüğüne dair haber ve görseller görüyoruz. Sosyal medyanın hayvanları beslemeye etkisi var mı?

‘Sokak köpeği sorunu’ ve ‘Havrita’ gibi hesaplar doğrudan hayvanları ve hayvanseverleri hedef alıyor. Bu hesaplar, her zaman köpüren bir nefret dili kullanıyor. Hayvana olduğu kadar hayvana bakanı da hedef alan, aşağılayan bir dil bu… Hayvana bakan insan toplumda hep biraz alay konusu oluyor. ‘Kedi teyze’, ‘dayı köpek’ gibi… Özellikle son 20 yılda hayvan bakımı bu kadar havalı bir şey olmadı ama ilk kez öldürülebilir noktaya geldi. ‘İperest’ gibi bir kelime kullanılır. Bunlar her zaman ikilik ve zıtlık yaratan kelimelerdir. Türkiye’deki bitmeyen kutuplaşma ve düşmanlık burada da kendini gösteriyor.

Hayvanlara yönelik şiddetin kadınları, çocukları ve toplumun farklı kesimlerini hedef alacağı iddiası var. Hayvandan hayvana şiddet nereye kadar uzanıyor?

Şiddet araştırmalarında bu durum ‘şiddetin sürekliliği’ kavramı ile açıklanmaktadır. Söyledikleriniz de onu tanımlar. Hayvan şiddeti diğer şiddet türlerinin habercisi midir? Bu, şiddet araştırmalarında her zaman sorulan bir sorudur. Bütün bu tartışmalarda hayvanlara yönelik şiddetin çok özel bir yeri var. Bir anlamda evet, başka şiddetin habercisidir. Hayvanlara karşı şiddet şu şekilde şiddet anlamına gelmez.

Bu, kriminal psikopatolojide sıklıkla çalışılan bir bahistir. Seri katiller üzerine yapılan çalışmalarda da adından sıkça söz ettirir ve bilinen kültürde de pek çok yansımasını görürüz. Örneğin; Seri cinayet kavramının ortaya çıkışını ve bunun tıbbi-politik ve dedektif telaffuzlarını ele alan Mindhunter serisinde de bu bahis ele alınmaktadır. İnsanları öldüren insanların çoğunun hayvanlara şiddet geçmişi ve bu olaylardan kaynaklanan sabıka kayıtları var.

Bu konuda yapılmış araştırmalar var. Türkiye’de yok ama yurtdışındaki bazı çalışmalardan örnek vereyim. FBI’ın Davranış Analizi Birimi’nden alınan bilgilere göre, 2004 ile 2009 yılları arasında hayvanlara kötü muamele ve taciz suçundan tutuklanan 150 yetişkin erkek, şiddet yönünden incelendi. Buna göre 150 kişiden yüzde 41’inin en az bir kez şiddetten, yüzde 18’inin ise tecavüz veya çocuk istismarından tutuklandığı ortaya çıktı. Ayrıca hayvan cinsel istismarı ve insan cinsel istismarı arasında değerli bağlar bulundu.

Elbette bu, hayvanlara sadece zalimlerin veya katillerin şiddet uyguladığı anlamına gelmez. Son derece ‘normal’ hayatlar yaşayan ve hiçbiri seri katil olmayan hayvanlara karşı şiddeti savunan insanları da görüyoruz.

CEZASIZ BIRAKTIKLARINIZ TOPLUMUN ‘NORMALLERİNİ’ ŞEKİLLENDİRİR’

Hayvan şiddeti insan kaynaklı olmasa bile endişelenmeli miyiz?

Hayvanların kendilerini koruyacak mekanizmaları olmadığı için insan huzuruna ihtiyaçları vardır. Hayvanlar barış ve şiddetsizlik koşullarında yaşayabilirler. Hayvanlar, toplumdaki tüm kırılgan kümelerin en altında yaşar. Bakıma muhtaç durumdalar ve insan kaynaklı şiddete dayanacak güçleri yok. Onları savunacak bir siyasi partileri, orduları, kurdukları örgütleri yoktur. Vesilesiyle hayvanı koruyacak olan kişidir.

Türkiye’de siyasi olarak şiddetin cezasız kalması sorunu var. Bu ikisi bir araya gelince sonuçlar vahim. Hayvana tecavüz eden kişi 4 ile 6 ay arasında ceza alıyor. Türk ceza sisteminde bir yıldan az cezalar erteleniyor. Şiddet uygulayanın cezası para cezasına çevrilir, tahrik indirimi ve elverişli koşul indiriminden yararlanır. Kamuoyunun tabiriyle ‘cezasız’ bir ceza sistemi kuruluyor.

Bu, ‘köpeğe tecavüz eden çocuğa tecavüz eder’ anlamına gelmez. Muhtemelen normalleşmiyor ve halk bu kadar hareket etmiyor ya da onaylamıyor ama bu tecavüz olaylarının yaşandığı gerçeğini değiştirmiyor. Cinsel şiddet çok ciddi bir şiddet biçimidir. Hangi ilaç olursa olsun herhangi bir hayvana eziyet edebilmek, onun vücut bütünlüğüne zarar verebilmek çok önemli bir sorundur. Hem jenerik, hem politik hem de toplumsal bir sorundur.

Az önce belirttiğim hususlar ışığında düşünürsek, hayvanlara yönelik şiddetin kendisi, başka bir yere yöneltilmemiş olsa bile, son kurban bir hayvan olsa bile, son derece vahimdir. Şiddet, başka bir şiddetin habercisi olarak değil, tek başına ele aldığımızda bile bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Çünkü hayvanın zarar görmesi için katlanılması gereken çok fazla ihlal var. Açıkça şunu söyleyebiliriz: Hayvanın zarar gördüğü yerde çocuk, kadın, yaşlı, yani kimse inanmaz.

Hayvanlara yönelik şiddetin cezasız kalması ve gündelik hayatın bir modülü haline gelmesi toplumun şiddetle ilişkisini nasıl etkiliyor?

Cezasızlık, şiddeti tetikleyen ve teşvik eden bir işlev görür. Cezasız bıraktıklarınız, kabahat değil de suç olarak gördükleriniz toplumun normalleri üzerinde çok güçlü bir şekillendirici etkiye sahip. Hayvanlara tecavüzü 300-500 lira para cezasıyla geçiştirirseniz bu toplumda normalleşmeyebilir ama toplum algısında artık ‘suç’ sayılmaz. Kadınlara, çocuklara ve hayvanlar başta olmak üzere bunu istemeyen her canlıya yönelik cinsel istismar artık kabahat kapsamında değil. O zaman bir toplum için cehennemin kapılarını açmış olursunuz.

Cezasızlık sorunu kritik bir siyasi baş belasıdır. Cezasızlıkla, neyin suistimal edileceğini, boşa harcanacağını, dışlanacağını, öldürüleceğini, hangi varlıkların yaşayabileceğini, hangilerinin atılabileceğini, sürgün edilebileceğini işaret ediyorsunuz.

‘HAYVANLARI KORUMA YASASININ ADI HAYVAN HAKLARI YASASI OLMALI’

Hayvanlar ‘doğal suçlu’ olarak kabul edilir. Konya’daki sığınma evinde yaşananları ve sığınağın şartlarını da gördük. Hayvanseverler barınaklar için ‘hapishane’ tabirini kullanıyor. Hayvanlara yönelik bu ‘suçlu’ algısı nereden geliyor?

Modernizasyonla ilgili bir şey. İnsanı insan olmayandan ayırma çabasının sonucudur aslında. Ve gördüğümüz en bariz marjinalleştirmelerden biri. İnsan olmayan, güçlü olmayan, bu da her insan değildir; Batılı, çağdaş, erkek, kapitalist, sanayici, zengin, sermaye sahibi, kendi dışındaki tüm dünyayı kullanmak ve sömürmek tarihinden gelir. Ancak hayvanı ‘ikincil, tabi, önemsiz, sürgün, öldürülmüş, kapatılmış, her türlü hayvan testi yapılabilir’ olarak gördüğünüzde araçsal bir maliyet atfediyorsunuz. Ama sonra bu sistemi kurabilirsiniz. Hayvanın yaşamına insanlığa hizmet ettiği ölçüde değer verdiğinizde, hayvan üzerinde deneyler yapabilir ve barınaklara yerleştirebilirsiniz.

Bu ayrımı oluşturmak için, bu ayrımın dışında bırakıyorsunuz; Yanlış, hasta, tehlikeli, düzensiz, pis, necis, abdesti bozan, her türlü menfi olan bütün sıfatlara muhtacız. Ama bunları ona yüklediğinizde, sömürü ve kullanma ilişkisini kurabilirsiniz.

Peki bunu kırmanın yolu hayvanla eşit bir yaşam hakkı tesis etmekten mi geçiyor?

Hayvanlara yönelik şiddeti ele almanın birbiriyle temas halinde olan ve bence asla birbirinden ayrılmaması gereken iki yolu var: biri jenerik, diğeri toplumsal. Hayvanlara sevimli, sempatik, tatlı ve çok tatlı oldukları için değil, onlara saygı duyduğunuz için yaşama hakkını vereceksiniz.

Bu şu anlama gelir: “İhlal etmenin bir cezası vardır.” Bu bir kabahat değil, ceza gerektiren bir suç olacaktır. TCK’nın kabahati nasıl tanımladığını biliyor musunuz? Kanunun idari yaptırımların uygulanmasını öngördüğü adaletsizliğe kabahat denir. Yani sosyal sistemi tamamen bozmayan, aksine rahatsız eden, kolay rahatsızlıklar yaratan, kayıpları minimum olan ihlallerdir. Örneğin akşam 22.00’den sonra korna çalmak, komşularınızı rahatsız edecek saatlerde gürültü yapmak bu kapsamdadır. Yakın zamana kadar, hayvanlara yönelik tecavüz ve cinsel şiddet Türkiye’de suç olarak değil, kabahat olarak görülüyordu. Geçen yıl Hayvanları Koruma Kanunu revize edildiğinde hayvanlara yönelik işkence ve cinsel şiddet kabahat olarak kabul edilmiş, ancak cezanın alt sınırı belirlenmediği için ‘suç dışı’ suçlar kapsamında kalmıştır. Yani cezanın alt sınırı olan 3 yıldan az cezalarla yargılandıkları için Türkiye’de hayvana karşı işlenen suçlar idari para cezasına çevrilebiliyor, ertelenebiliyor ve hapis cezası olmadan indirimden yararlanabiliyor.

Hayvanlara şiddeti hata olarak kabul ettiğiniz bir toplumsal ve yasal düzende ihlallerin önüne geçebilirsiniz. Şanslıyız, tarihimizde, kökümüzde hayvanlarla ortada bir yaşam pratiğimiz var; Toplumda da yer ve hakları olan kadim kültürler ve uygulamalar vardır. Örneğin; Amerika’da doktoramı yaparken insanlara sokak hayvanlarını anlatmak çok zordu çünkü onlar yok. Evde hayvan var, infaz sırasında barınakta hayvan var ama sokakta yok. Çok şanslıyız. Türkiye’deki tüm zorluklara rağmen sahip olduğumuz kültür ve dayanışma ağları ile hayvanların korunabileceğini düşünüyorum.

Hukuki arayıştan asla vazgeçemeyiz. Hayvanları Koruma Kanunu’nun adı bile ‘Hayvan Hakları Kanunu’ olmalıdır. İkinci olarak, savunma ilişkilerimizi güçlendirmemiz gerekiyor.

‘Şiddetin devamından beslenen bir güç var’

Bugün Türkiye’de iktidar makul kimlik kümelerinin yaşama hakkını kabul etmiyor. Hayvanları kabul ederse onları da mı yapmak zorunda kalacak? Tüm endişe bu mu?

Böyle bir bağ kurabiliriz. Hayvanların yaşam hakları konusunda geldiğimiz nokta onlara en iyi şekilde bakmak değil, onları öldürmemek… Hayvanların varlığı da bir arada yaşama fikridir. Tüm bu insan topluluklarının, kimlik yapılarının ve siyasi aidiyetlerin ortada durup barış içinde yaşamasını sağlayabilecek çok temel bir şey olduğunu düşünüyorum.

Ben şöyle düşünüyorum: Türkiye’de insanların haklarına saldırmak istiyorsanız önce hayvanların hakkını alıyorsunuz. Veya tam tersini düşünün; sadece hayvan hakları savunuculuğu veya hayvan hayırseverliği değil. Hayvana karşı merhamet ve adalet duygusunu yok ettiğinizde, bir devlet bir topluma her şeyi yapar. Bunu bir kez kırdığınızda, koca bir barajı yıkmış olursunuz.

Hayvanların öldürülebildiği, tecavüz edilebildiği ve bunun cezasız kaldığı bir toplumda hak ve kimlikleri tanısanız ne olur? Orada iki cemevi açsanız ne olur? Sen tüm sosyal ilişkilerin temelini oluşturan dinamitsin. Ve bu, şiddetin acımasız bir tahakkümüdür. Şiddetten beslenen bir iktidar yapısı bu. Sadece hayvanlar değil… Türkiye’de neden kadın cinayetleri durdurulmuyor? Kadın düşmanı oldukları için mi? Hayır, o şiddetin devam etmesinden beslenen bir güç var. Hayvan katliamları neden durdurulmuyor? Herhangi bir kanun çıkarılmamaktadır. 20 yıldır bununla uğraşıyoruz, sorunu çözmeye çalışıyoruz. Ben hayatını bu soruna adamış bir insanım. 2004’te çıkan yasada cezanın alt sınırını getirmiyorlar, neden? Çünkü bu şiddetin devam etmesi için hayvanın öldürülebilir olması gerekir.

Köpekler bir yandan insan sağlığı ve yaşamı için bir tehdit olarak görülüyor.

Neden kuduz sorunu hakkında konuşuyoruz? Yerel makamlar hayvanları aşılamadığı için konuşuyoruz. Kuduz hastalığından korunmanın tek yolu vardır: Koruyucu aşılama. Bu devletin görevidir. Bu ne hayvanların ne de insanların suçu ama siz kaynak aktarmıyorsunuz. Böylece önemli bir halk ve hayvan sağlığı sorunu yaratmış oluyorsunuz. Peki hayvanlar neden hastalanır? Kuduz sadece köpeklerden mi bulaşır? Hayır. Köpek vahşi hayvanı ısırır. Neden ortada vahşi hayvanlar ve köpekler var? Neden bu yakınlık? Ülkedeki neredeyse tüm yerel yönetimler, şehirde insanlarla birlikte yaşaması gereken köpekleri toplayıp şehir dışına attıkları için oradalar. Hayvan vahşi hayvanla buluşuyor. Bunlar birbiriyle temas ettiğinde önemli bir sorun ortaya çıkıyor.

‘ÇÖZÜMÜMÜZ ‘ÖLDÜRMEK’ O SON MALİYET OLAN’

Yerel yönetimler analiz yapıyor mu diyorsunuz?

Aynen böyle. Yerel yönetimler neye para ayırdı: çip için mi? yontma nedir? Köpeklerin kulaklarına küpe takma işlemi. Köpeklerin küpeleri bize ne anlatıyor: Bu hayvan kısırlaştırılmış, kuduz aşısı ve temel aşıları yapılmış.

Bugün İstanbul’da küpeli hamile bir köpek görüyoruz; yani kulaklı ama kısırlaştırılmamış. Neden? Niye? Çünkü bir ihale sonucu… Hayvan sağlığı kayıt dışı, şeffaf olmayan ve hesap sorulamayan bir ekonominin döndüğü bir alandır.

Bir yerde 500 köpek yaşıyorsa 400 tanesini öldürebilirsin. Kalan 100 köpeği kısırlaştırmazsanız yılda 500’den fazla köpek olacaktır. Bunu anlamak için hayvansever olmaya gerek yok. Bu, siyasi yönetimin kolay bir mantığıdır. Bir yerde bir popülasyonu korumak için aşılar ve kısırlaştırırsınız. Bize göre çok değil, analiz olarak uygulanan en uygun maliyetli yol öldürmektir. Kamu kaynaklarının, tesislerin, hayvanları öldürmek için harcanan emeğin ve zamanın, hayvanları çok iyi koşullarda da olsa yaşatmaya yeteceğini düşünüyorum. Yeter ki adalete bakış açımızı ve anlayışımızı onların haklarını görebildiğimiz ve tanıyabileceğimiz şekilde değiştirebilelim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
istanbul escort
istanbul escort
istanbul escort